Genel seçimlerle birlikte iktidar tarafından yeni bir taktik keşfedilip devreye sokuldu: Milliyetçileri, zayıf karınlarını kullanarak kendi çizgisine çekme taktiği. Herhangi bir konuda iktidar, kamuoyu desteği açısından bir sıkıntı yaşadığını düşündüğü an, karşısına etnik ve siyasal illegal örgütleri konumlandırıyor ve herkesten bu konumlanmaya göre taraf olmasını bekliyor: “Ya benim, ya da terör örgütlerinin yanındasınız!”
Bugüne değin bu sığ taktik elbette Türkçü çevrede bir işe yaramadı. Fakat tam aksine, bu taktiğin özellikle Anadolu’daki MHP tabanında hayli başarılı olduğunu gözlemledik. Bu başarı, iktidarı seçimler dışında da bu enstrümana sarılma konusunda teşvik etti. Anayasa Değişikliği, 15 Temmuz ve son olarak Adalet Yürüyüşü konuları en bariz örnekler olarak karşımızda durmakta.
Anayasa Referandumu’ndan başlayacak olursak; iktidar cephesi değiştirdiği maddeleri halka izah etmek yerine “PKK – FETÖ – DHKP/C hayır diyor, siz nasıl hayır dersiniz?” gibi tuhaf bir argümana sarıldı. Oysa ki ortada iki ayrı metin yoktu, tek bir taslak, AKP-MHP “Politbüro”larınca oluşturulmuş taslak vardı. Bu taslağın sakıncalarını görmek, bu sakıncalar sebebiyle “HAYIR” demek neden insanları Pkk/Fetö örgütleriyle aynı safa soksun? Türklüğe düşman bu örgütlerin getirdiği herhangi bir taslağı savunmayan insanlar neden onlarla aynı kefeye konsun? Bu düşünceyi dile getirmek bile başlı başına zeka ve haya yoksunluğunun belirtisidir.
Adalet Yürüyüşü’nde de “Pennsylvania, Kandil yürüyüşü destekliyor, onlarla aynı noktada mısınız?” söylemi hakimdi. Kılıçdaroğlu veya yanındakilerin elbette biz Türkçülerle aynı noktada olmadığı, aynı bakış açısına sahip olmadığı ortadadır. Yalnız bu durum haklı bir talebi görmemize engel olamaz. Ergenekon, Balyoz gibi kumpas davaları bu hükümet zamanında yaşanmadı mı? Habur’da seyyar mahkeme bu hükümet zamanında kurulmadı mı? Namusuyla, şerefiyle oynanan; sahte delillerle hayatı karartılan insanlar kendi hayatlarına bu iktidar zamanında son vermedi mi?
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldiği günden beri “Adalet” i kendi tekeline almanın gayreti içindedir ve 15 Temmuz bu fırsatı altın tepside sunmuştur. Şimdi bizim “Adalet herkese lazım, o yüzden bu konuda Kılıçdaroğlu’nun talebi yerindedir” dememiz bizi nasıl olur da Kandil’le aynı kefeye sokar? Kılıçdaroğlu’nun özdeyişiyle “Böyle bir şey olabilir mi?”
Hükümet “Açılım buzluğa kaldırılmıştır” dediği, Güneydoğu’da Pkk ile mücadeleye, başladığı andan itibaren destek veren bizleri, tatlı su solcuları “Reisçilik”le suçlamıştı. Bugün AKP cenahının yaptığı tam da budur. Ama biz bu akıldan kıt taktiğe kanmayacağız. Har zaman ve her şartta durduğumuz yeri belirleyen yegane unsur; yüce Türk Milleti’nin çıkarlarıdır.
Dün gün boyu 15 Temmuz bir bayram coşkusuyla kutlandı. Oysa 15 Temmuz gerek verdiğimiz kayıplar, gerekse TSK’nın düşürüldüğü durum itibariyle kara bir gün olarak hafızalarımızda yer etti. Etkinliklerde kayıpların saygıyla anılması, düşülen hatalardan dersler çıkarıldığı vurgusunun öne çıkarılması çok daha doğru bir yaklaşım olurdu. Yaşananların sorumluluğunu üstlenmemek, suçu birilerinin üzerine yıkmak varken bunun yapılmasını beklemekse hayalcilik olurdu.
“Milli Birlik Yürüyüşü” adı verilen etkinlikte Cumhurbaşkanı’nın ülke nüfusunu 30 milyon eksikle telaffuz etmesini ise hayretle izledik. Askeri acz içinde bir düşman askeri gibi sunan afişlerle etkinlikleri duyuran, destan/zafer söylemleriyle insanlara hamaset pompalayan bir kafanın ülkenin yarısını yok saymış olmasını da çok görmemek lazım. FETÖ’ye karşı olduğumuz kadar, onlara “ne istedilerse” verenlere de karşıyız. Er ya da geç; ülkeyi bu onarılması güç belalara sürükleyenlerden hesap sorulacağını da biliyoruz. Bunun takipçisi olacağız. Dün “Bayram” coşkularına ortak olmayışımız sebebiyle yine bizi bir yerlere konumlandırmış olmalarını da dikkate almıyoruz.
İktidar saikleri Mao’nun “Düşmanımın düşmanı benim dostumdur” sözünü hatırlatan bir anlayışla ilerliyorlar. Bu önermeden şöyle bir sonuç çıkıyor: “Benim karşımda yer alan, düşmanımın dostudur.” İktidarın bu yaklaşımına karşı kesinlikle çekingen bir üslup tercih edilmemelidir. “Acaba gerçekten öyle algılanır mıyız?” endişesine kapıldığımız an ipleri iktidarın eline teslim etmiş oluruz. Sonra onlar nereye isterse oraya doğru koşar adım ilerleriz.
Siyaset sahnesi iki kutuptan oluşmamaktadır. Türkçüler/Türk Milliyetçileri zaten iki kutuplu bir siyasetin varlığını kabul etmiş olsalar kendilerine Türkçülüğü ülkü edinmezlerdi. Bu bağlamda “Benim karşımda olan X’in, Y’nin yanındadır” söylemine sarılan iktidarın, akıl ve mantıktan mahrum bu savını boşa çıkarmak hepimizin asli görevidir. Biz, dün olduğu gibi bugün de kendi doğrularımızı söylemeye devam edeceğiz. Dün “Türk-Kürt kardeşliğinden rahatsızlık duyan, kanla beslenen güruh” diyorlardı bugün “Kandil’in güdümünde” diyorlar. Ne derlerse desinler doğru yerde durmaya, Türk’ün “ali menfaatlerini” kanımızın son damlasına kadar savunmaya devam edeceğiz.
Dün “Hocaefendi” diyip kapısında kuyruğa girenler, “Öcalan öldürmeyi değil yaşatmayı seçti” diyerek Öcalan güzellemesi yapanlar, elbette omurgalı duruş karşısında afallayacaklardır. Kişilerin, partilerin, çıkarların değil, Türk Ülküsü’nün savunucularıyız…
Leave A Comment